Selim Buğra

'Siyasal İslam'ın İflası'

Selim Buğra

Tartışmanın fitilini ateşleyen isim Fransız akademisyen/araştırmacı Olivier Roy’du. 1992 yılında ilk kez yayınlanan “Siyasal İslamın İflası” isimli eserini yazmadan önce, Afganistan’da Pakistan’da, Türkiye’de kısaca Doğu ve İslam coğrafyasında uzun yıllar bizzat bulunmuş, gerek gözlemleri, gerekse edindiği izlenimler sonucunda, İslamın siyasal alandaki ‘iflasını’ kaleme almıştı. Siyasal İslam mahreçli hareketlerin çıkış kaynağı ona göre doğrudan emperyalist olarak niteledikleri egemen kapitalist sisteme karşı öne çıkmalarıydı. Oysa Batılı kapitalist sisteme karşı sergilenen güçlü muhalefetten sonra geldikleri iktidar koltuğunda, ortaya ne alternatif bir ekonomi programı koyabilmişlerdi ne de alternatif bir dünya mottosu. Karşı çıktıkları faizli ekonomi modelini bizzat daha da ileri götüren Siyasal İslam tandanslı iktidarlardı. Dinin bir proje olarak devlet merkezinde yeniden inşası gibi oldukça iddialı söylemleri, laiklik karşıtı politik tezleri gibi temel İslami proje iddiaları ise küçük marjinal grupların savunusu dışında tamamen çökmüştü.

1980-1990’lı yıllarda yetişen nüfusun genel siyasi kabulleri arasında yer alan hemen hemen tüm İslami coğrafyada etkili olan siyasal İslam ideolojisi zaman içinde, önemli bir dönüşüme uğramıştı. Bu yıllarda Arap dünyasında egemen ideoloji milliyetçilik üzerine şekillenmekteydi. İslami kimlik, Irak ve Suriye’de olduğu gibi Baasçı rejimin öne çıkardığı milliyetçilik damarının içinde eritilmişti.. Mısır’da, Müslüman Kardeşler’in öne çıkardığı, toplum nezdinde örgütlenme üzerine kurulu yaklaşıma karşı, Tunus’ta  İslam düşünürü Raşid El Gannuşi’nin önderlik ettiği demokrasi ile İslam arasında uyumlu bir yönetim modeli tezi öne çıkan konu başlıklarıydı.

Müslüman kardeşler, Tunus’ta 2010 yılında başlayan Arap baharının tetiklediği toplum katmanlarının/sokak hareketlerinin sonucunda Mısır’da iktidara geldiğinde, Batı için sancılı günler başlamıştı. Zira Mısır Ortadoğu ve İslam coğrafyası için kritik/stratejik bir konumdaydı. Mısır’dan sonra Ortadoğu’da önemli siyasal değişimler yaşanabilirdi. Bu durum ise siyasal İslam iktidarlarını çıkarları için bir tehdit olarak gören Batı için çanların çalınması anlamına geliyordu. 

Mısır’da Abdulfettah El Sisi’nin (ABD, İsrail’in yanı sıra Suud desteği ile) bir darbe ile Müslüman kardeşler iktidarını alaşağı etmesi ile Batı, Arap baharının şekillenmesinde sahip olduğu yapısal rolü bir kez daha göstermiş oldu. Sorun ise başta Müslüman kardeşler olmak üzere görülmeyen, İslam coğrafyasında Arap baharı dolayımında gerçekleşen sokak hareketlerinin sosyo-politik nedenlerini anlamada yaşanan handikaplardı. Sokakları dolduran milyonlarca insanın tepkilerinde ne doğru dürüst bir İslami slogan vardı ne de geniş halk yığınlarına önderlik eden bir liderlik… 

Güçlü bir muhalefet ortaya çıkmıştı evet, ancak bu muhalefet yıllarca ezildikleri, ekonomik ve siyasal açıdan sömürülmelerine neden olan otoriter sistemlere/yönetimlere karşı doğrudan bir başkaldırıydı. Dikta Arap yönetimlerinin neden olduğu devasa ekonomik yolsuzluklar, çürümüş yönetim çarklarının yarattığı hayal kırıklıkları, temel insan hakları alanında yaşanan korkunç ihmaller, hepsi ama hepsi, yaşanan kırılmanın en büyük nedenleri arasındaydı. Tunus’da Raşid El Gannuşi’nin başını çektiği Nahda hareketi,söz konusu mesajı almıştı. Belki de bu nedenle olsa gerek, Arap baharı rüzgarının en önemli kazanan ülkesi Gannuşi’nin Tunus’u oldu. Bu sayede tüm farklı toplum kesimlerinin destek verdiği toplumsal mutabakat temelinde yeni bir Anayasa yapımı gerçekleşmiş oldu.  

Mısır’da ise Müslüman Kardeşler toplumsal alanda yaşanan kırılma gerekçelerini doğru okumadığından olacak, muhtemel bir darbenin önü açılmıştı. Söz konusu yönetim basiretsizliğini en iyi ifade eden dönemin Başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan’dı. Erdoğan 2011 yılında ziyaret ettiği Tunus ve Mısır’da herkesi şaşkına çeviren ‘laiklik’ vurgusu yapmıştı. Hüsnü Mübarek rejiminin devrilmesinden sonra Mısır'da yeni anayasanın laik mi yoksa şeriat ilkelerine mi dayanması konusunda özel bir televizyon kanalına verdiği röportajda “Mübarek sonrası yeni Mısır'ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum” diyecekti Erdoğan… 

İran’da da 2000’li yıllara gelinceye kadar önemli bir değişim vardı… Sorun şuydu ki İran mollaları, dünyayı şaşkına çeviren tuhaf bir tartışmanın içine düşmüşlerdi. Gündemin başat konusu din ile devlet arasında bir ayırıma gidilmesi meselesiydi. Sekülerleşme alanında ilginç bir gelişmeden mi söz ediyoruz? Zira, onlara göre politika, dinin altını oymaktaydı. Politik alanda yaşana kırılmalar ve iktidar mücadeleleri, dinin yanlış anlaşılmasına, dahası geniş kitlelerce dini kabullerin reddine dayanak oluşturmaktaydı... 

Hristiyan Batı’nın din ile devlet arasındaki ince çizginin anlaşılması bakımından çok büyük bedeller ödemediğini mi düşünüyorsunuz? Yanlış. Çünkü bu temel realitenin anlaşılması Avrupa’ya bir asra yakın  sancılı bir sürece mal olacaktı. Kilisenin mutlak otoritesine son veren gelişme yüzyıl savaşları sonrasında şekillendi. Makyavelist bir yorumla, Hristiyanlık artık egemen/mutlak bir güç olmak yerine, devletin çıkarlarını maksimize eden bir araca indirgenmişti. Din devletin çıkarları için kullanılan bir araçtı artık. Batının geçtiğimiz yıllarda yaşanan Ukrayna Kilisesinin bağımsızlığı meselesinde, Ortodoks Rusya’yı din üzerinden baskı altına almaya çalışması hala bu alanda dinin nasıl etkili bir araç olarak kullanılabileceğine ilişkin önemli bir göstergeydi… 

Roy, haklı olarak, Türkiye’de siyasal İslam iddiasının yönetime gelen AK Parti iktidarı açısından önemli bir seçilme nedeni olmadığını söylüyor. AK Parti’’nin geniş halk kitleler tarafından üst üste destek almasının nedeni ona göre de siyasal İslam değil, AK Parti’nin ekonomi başta olmak üzere, ülkenin modernizasyonunda sağladığı önemli başarılar... O’na göre AK Parti, Hristiyan muhafazakar partilerden pek de farklı değil. Ana gündemi bu nedenle din değil, geleneksel toplumsal değerler… Roy, bu nedenle olsa gerek Ayasofya’nın ibadete açılmasını, bir İslami gündeme hizmet yerine, atılmış bir politik adım olarak niteliyor. “Kesinlikle. Erdoğan Türkiye’nin kalbini ve zihnini İslamileştiremedi, o yüzden taşları İslamileştiriyor. Ayasofya hadisesinin özeti budur…” diyor Roy…

Siyasal islamın iflası meselesi konusunda hali hazırda yaşanan iki temel sorun alanı ortaya çıkıyor. Onlardan bir tanesi, söz konusu tezin doğruluğu ya da yanlışlığı konusunda yaşanan kafa karışıklığı. Teorik olarak politik alanda yaşanan tartışmalara baktığımızda, bir tür savunma psikolojisinin, bir tür politik üstünlük adına argüman üretme çabasının öne çıkması şaşılası bir durum değil. Ancak bu madalyonun gerçek yüzünü temsil etmekten uzak görünüyor. Temel soru şu: Batılı devlet adamlarına –karşı yapılan altı çizilmesi gereken açıklamaların ne tür bir hükmü var? 

İkinci temel sorun alanı ise İslamın politik bir imtiyaz alanı olarak kullanılmasında yaşanan ikilemler. Bugün İslam ve dinin güzellikleri konusunda yaşanan polemiklerin toplamına baktığımızda görülen şey, amaç ile araç arasındaki kesin hatların net olarak ortaya çıkması değil mi? İslam, tıpkı Hristiyanlıkta olduğu acaba politik alanın güçlendirilmesi adına önemli bir argüman kaynağına/önemli bir araca mı dönüştürülüyor? 

Geçmişin parlak medeniyet vurguları üzerine inşa edilen İslam ve onun ortaya kodluğu ilkeler demeti, pratik alanda yaşanan tezatlara baktığımız takdirde, önemli bir kan kaybı yaşamıyor mu bugün? İslamın ana dinamikleri olan adalet, yolsuzluklar karşısında gösterilen mukavemet, insanlar arasındaki eşitlik, güçlü tarafsız bir yönetim tarzının varlığı gibi temel umdeler nerede? Teorik olarak İslam düşmanlarına karşı İslam dinini savunabilirsiniz, Müslümanların temel hak ve özgürlüklerini öne çıkarabilirsiniz, ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi pratik alanda yaşanan tezatlar Molların iran’ında da olduğu gibi bugün toplumsal alanda dinin güçlenmesine mi hizmet ediyor, önlenemez bir kan kaybı yaşanmasına mı? İmam Hatip liselileri başta olmak üzere gençlerde hızla artan deist /ateist damarın nedenleri üzerinde düşünmek gerekmiyor mu?

Kabul edilmelidir ki, din ile devlet arasındaki ilişkilerin kurumsal anlamda düzenlenmediği tüm toplumlarda, -Doğu’da olsa, Batı’da olsa fark etmez- politik alanın sahip olduğu kırılmalar, ikilemler, tezatlar dinin ana özüne ilişkin önemli bir saldırı dalgasına neden olabiliyor? Bunun adının siyasal islamın iflası olması ya da olmaması çok da önemli değil… 

Siyasal islamın İflasını ilk okuduğumda büyük bir tepki koyduğumu, Olivier Roy’un da öncülleri gibi bir oryantalist olduğunu düşünüyordum. İslam coğrafyasında yaşanan gelişmeleri yakından izleyen herkeste olduğu gibi bugün ben de Roy’un tespitlerinin yabana atılmaması gerektiğini düşünüyorum.

Sizce de öyle değil mi?

Yorumlar 1
Meltem Karaoğlu 14 Ekim 2020 14:50

Ufuk açıcı bir yazı... Kaleme aldığınız için teşekkür ederiz .

Yazarın Diğer Yazıları