Selim Buğra

Sistem Krizi! 

Selim Buğra

Bir Kızılderili atasözünün ifade ettiği gibi ilginç zamanlarda yaşıyoruz*. Sadece ulusal ölçekte değil, aynı zamanda küresel alanda da ülkemizdeki gelişmeler merak uyandırıyor. Ülkenin sistem değişikliği ile yaşamakta olduğu dönüşüm ile başlayan süreç, hangi dinamikler etrafında şekilleniyor, gidişatın öngördüğü eksen gelişmeler ülkenin ulusal ve küresel hesapları bakımından ne tür sonuçlar üretmeye aday? Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile küresel ve ulusal alanda, başarılı bir model olarak mı öne çıkıyor, yoksa sistem ana hatlarıyla çatırdıyor mu? 

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ülkenin kısa bir zaman aralığında “uçuşa” geçebileceğine ilişkin iddialarla ilgili yazılıp çizilen, bir gövde gösterisi ile halka takdim edilen tüm tezler çökmüş gözüküyor. Güvenilir kamuoyu araştırmalarınca yapılan anketlerde de artık görülen o dur ki Türk tipi başkanlık olarak lanse edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine kamuoyunun verdiği destek ‘azınlık’ durumuna düşmüş görünüyor. 

Sistem değişimini öngören Nisan 2017 Anayasa değişikliği referandumu öncesi 
öne sürülen temel tezlere bakılınca, söz konusu tezlerin yerinde esamesi okunuyor diyebiliriz. İddia edilen temel tezlerden birkaç tanesi şöyleydi sözgelimi:

 Ülkenin her açıdan ilerlemesine engel teşkil eden koalisyonlar dönemi bitmiş olacaktı! 

Oysa geldiğimiz noktada bırakın koalisyonlar döneminin sona ermesini, tersine Başkanlık için gerekli olan yüzde 50 artı 1 oy için ülke tam anlamı ile kutuplara bölündü. Söz konusu oy konsolidasyonunu sağlamak üzere ittifaklar arasında parçalanmayı temin etmeye yönelik zaman zaman siyasi mühendislik olarak okunabilecek hadiseler, adeta bir ölüm kalım mücadelesine indirgenmiş olarak zuhur ediyor. Parlamenter sistemde de koalisyonlar söz konusu idi ancak bu koalisyonların niteliği toplumsal kutuplaştırma ve halk arasında düşmanlık üzerine kurulu bir konuma hiç bu kadar indirgenmemişti. Bu doğrultudaki siyasi mühendisliklerin önümüzdeki seçim döneminde daha da ivme kazanarak artacağını öngörebiliriz.

Türk ekonomisi alınan seri ve rasyonel kararlar ile hızla büyüyecek ve dünyanın sayılı ekonomileri arasında yer alacaktı! 

Türk ekonomisi bu dönemde bırakın şaha kalkmayı, Merkez Bankası’nda bulunan ihtiyat akçesinin de kullanıldığı bir kriz sarmalı içindedir. Merkez Bankası dolar rezervi, son açıklanan verilere bakıldığı takdirde eksi hanelere düşmüş bulunuyor. 

Türkiye bu dönemde ne iddia edildiği gibi küresel ekonomiler arasına girebilmiştir, ne de kişi başına düşen gelirde bir artma görülmüştür. 2023 kişi başına düşen milli gelir hedefi bu nedenle yeniden revize edilmek zorunda kalmıştır. Bugünlerde tekrar yabancı sermayenin gelişine zemin hazırlamak amacıyla hukuk ve demokrasi reformu gibi adımların devreye sokulması, güçlü demokrasi ile paralel bir çizgi gösteren güçlü ekonomi arasındaki bağın anlaşılması açısından gecikmiş bir adımdır. Bu noktaya gelinceye kadar, ülke ekonomisi telafisi güç sıkıntılar içine sokulmuştur zira. Düne kadar, serbest piyasa kurallarını dışlayan, başta adalet ve yargı mekanizmasi olmak üzere demokratik kural ve teamüllerin aşındırılması ile yaşanan ekonomik alandaki daralma, yatırımlarını durmasına ve yabancı sermayenin ülke dışına kaçmasına neden oldu. TÜİK verilerinin güvenilirliğini dikkate almadan, ekonomik göstergeler bakımından ülke ne yazık ki ‘yeni bir başarı hikayesi yazabilecek’ pozisyonunu kaybetti. Ekonomi kurmaylarının değişimi (Maliye ve Hazine Bakanı Berat Albayrak’ın istifası ile), bu kapsamda kimi ümitleri tazelemiş olsa bile, sistemin genel nitelikleri dolayımında reel bir değişim olmaksızın bunun müspet bir dönüşüme uğraması zor görünüyor. 

Temel tezlerden bir diğeri ise hantal devlet yapısı yerine, milleti ile kaynaşan şeffaf, hizmet ölçekli, modern bir devlet yapısı teşkil edilecek olmasıydı.

Türkiye bu dönemde, ne yazık ki güçlü bir devlet yapısının inşa edilmesine tanık olamadı, keyfiyetin yerini sadakate bırakması noktasında yaşanan hayal kırıklıkları devletin dönüşümü konusundaki ümitleri bir başka bahara öteledi. Nepotizmin gölgesinde yaşanan atamalar en büyük tartışma konusu oldu.

Sözgelimi Hamza Yerlikaya, RTÜK Başkanı Ebu Bekir Şahin gibi isimlerin bankaların yönetim kurulu üyeliklerine atanmasında olduğu gibi. Parti devleti iddiaları, Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda partisinin genel başkanlığını yürütmesi ile ete kemiğe büründü. Oysa ülke yönetiminde iki farklı şapkanın kullanılması ile oluşan bu ikilemin tarafsız kalması gereken cumhurbaşkanlığı makamına ne kadar zarar verdiği daha iyi realize edilebilirdi. 

Türkiye bölgesel ve küresel alanda oyun kurucu bir aktöre dönüşmüş olacaktı!

 Soft power yerine izlenen güvenlik politikaları ile Türkiye, her cephede sürekli ivme kaybederek gerilemeye devam ediyor bugün. Libya ile imzalanan deniz yetkilendirme anlaşması ile en zayıf halka olan Ulusal Mutabakat Hükümetinin içinde bulunduğu zayıf pozisyon, (dengeler her an değişebilir çünkü)  Doğu Akdeniz’de tüm küresel ve bölgesel aktörleri Yunanistan ve Rum yönetiminin işbirliğine mahkum eden bir dış politika, Suriye ve Irak’ta, olası bir Kürt devletinin kurulması yönünde ABD ile Rusya’nın dönüşümlü olarak himaye ettiği yeni fiili durumun yaratılmasında izlenen yanlış politikaların (ta en başından itibaren Beşşar Esad ile anlaşılmış olsaydı, Kürt devleti projesinin önüne geçilebilirdi)  da gösterdiği gibi, Türkiye bu alanlarda da her halükarda geri adım atmaya devam edecek gibi.

Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın ‘değerli yalnızlık’ olarak tarif ettiği Türk dış politikasının mevcut hali, küresel sistemde işbirliği ve ittifaklar denkleminde sağlanması gereken ulusal çıkarlar için bir bariyere dönüşmüş görünüyor. İran ve İsrail düşmanlığı temelinde hareket eden Arap devletlerinin ve kamuoylarının giderek ‘Türk düşmanlığı’ noktasına gelmesi önemsenmeyecek bir husus değil. Türkiye bölgesel alandaki gücünü ve imtiyazını bölge devletleri arasında ‘tarafsız’ kalmak suretiyle etkin biçimde kullanmak gibi pozisyonunu yitirince, Filistin devleti oksijen çadırına sokulmuş oldu. İsrail, söz konusu boşluğu Filistin’i tamamen tarihten silmeye yönelik Arap devletleri ile ardı sıra gerçekleştirdiği normalleşme adımları ile Türkiye’nin bölge üzerindeki nüfuzunu kırmış görünüyor.


Türk tipi başkanlık sisteminin ülke için de iktidar partisi için de, önemli bir sorun kaynağına dönüşmekte olduğunu tecrübe etmek için fiili bir tecrübeye mi ihtiyaç vardı? Sistemin genel hatları ile içerdiği zaafların daha net olarak görülmesi için belki de bu tecrübenin yaşanması gerekiyordu. Oysa sistemin mevcut kurgulanmış hali ülkenin monist bir yönetim tekeline bırakılması, ara kademe ve mekanizmaların tamamen devre dışı bırakılması, sistemin güç temerküzünün önüne geçmek için denetim ve denge mekanizmalarından yoksun bırakılması muhtemel bir sistem krizinin de sac ayaklarını oluşturmaktaydı.

Meclis’in adeta devre dışı bırakan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin aksine Kongrenin üstünlüğünü merkeze alan ABD Başkanlık sistemi ile benzetilen Türk tipi başkanlık sisteminin ABD ile benzer yönlerinin bulunmadığını birkaç madde halinde belirtmek mümkündür.

Bunların başında gelen iki önemli husus ise şudur.  Yasa ve bütçe yapma yetkisi ABD Başkanlık sisteminde Kongre’ye aittir.  ABD’de Başkan’ın bütçe yapma yetkisi yoktur, başkanın ekonomik alanda başarısını sağlayacak olan bütçenin Kongrece yapılması, Başkanı göbekten Kongreye bağlayan bir husustur. Başkan bu nedenle yürütmekte olduğu politikalardan dolayı Kongreye karşı sorumluluk duygusu ile hareket eder.  İkincisi ise Başkanın yasa yapma yetkisinin bulunmamasıdır. Başkan gerekli hallerde bir basın toplantısı ile istediği yasaların yapılması için Kongre ve Senato üyelerine çağrıda bulunabilir. Bu iki önemli madde nedeniyle ABD Başkanlık sisteminin asıl ismi “Güçlendirilmiş Kongre Hükümeti Sistemi”dir. Bizde ise Cumhurbaşkanı Meclis’in varlığına ihtiyaç duymaksızın ülkeyi kararnamelerle yönetebilecek yetkilerle donatılmıştır. Dolayısı ile Meclis’in Türk tipi başkanlık sistemi ile kadük bırakıldığını söylemek mümkündür. 

Türk tipi Başkanlık sistemi ile ABD Başkanlık sistemi arasındaki bariz diğer farklar ise kısaca şöyle:

- ABD’de Başkan, yasama organını feshedemezken, Türkiye’de ise tersine Başkan gerekli gördüğü takdirde feshedebilir…

-ABD’de Başkan Yardımcısı da halk tarafından seçiliyor. Türkiye’de ise Cumhurbaşkanı tarafından atanıyor...

-ABD’de Bakanların ataması Senatonun onayı ile yapılıyor.  Türkiye’de ise doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanıyor…
 
-ABD’de Başkanın yüksek hâkim atama yetkisi, Senatonun onayı ile gerçekleşiyor. Türkiye’de ise önemli bir kısmı Cumhurbaşkanınca atanıyor. 

-ABD’de Başkanın pek çok kamu görevlisini atama yetkisi, Senatonun onayına bağlı. Türkiye’de ise atamalar Cumhurbaşkanınca doğrudan yapılıyor. 

-ABD’de Başkanının yaptığı Milletlerarası Andlaşmaları onaylama yetkisi Senatonun 2/3 çoğunluğuna ait. Türkiye’de ise aynı şart yok. 

-ABD’de Başkanın partisi ile ilişkisi gevşektir; Bizde ise Cumhurbaşkanı aynı zamanda partisinin genel başkanlığını yürütebiliyor…
 
Demokrasi ve hukuk alanında yeni bir reform sürecinin devreye alınması, sistemden kaynaklanan yapısal sorunlar dikkate alındığı takdirde ne kadar gerçekçi olarak kabul edilebilir? Söz konusu adımları tetikleyen unsurların ‘ekonomi’ mahreçli olması, bu konuda ‘samimiyet’ testi için bir bariyer mahiyetinde.  Güvenilir kamuoyu araştırma şirketlerinin açıkladığı halk desteğini gösteren verilerden de anlaşılacağı üzere, giderek kamuoyu desteğini yitirdiği görülen iktidar partisinin  “pragmatizm” ipine sarıldığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte söylem kadar uygulamada reel olarak ortaya konan samimiyetin de test edileceği günler bizi bekliyor. Ne var ki, sistemin sahip olduğu yapısal dönüşümler gözden geçirilmeden, yapısal düzenlemeler gerçekleşmeden tüm bu adımların akamete uğraması mümkün… Denildiği gibi bugünlerde Parlamenter Demokrasi ile ilgili bir sistem dönüşümü yönetim krizinin aşılması babında ‘uzlaşma noktası’ olarak kabul edilebilirse, Türkiye içinde bulunduğu krizleri fırsata çevirebilecek hamleleri gerçekleştirebilir. Ülke bir oksijen çadırına girmeden, bu gerçeğin fark edilmesini, bir an evvel sistemden kaynaklanan handikapların çözülmesini ummaktan başka elimizde bir çare yok. Dileyelim ve umalım ki iktidar partisi de bu gerçeği bir an evvel görmüş olsun…


Not: İlginç zamanlardan geçiyoruz (yaşıyoruz) derken, Türkiye’de Maliye ve Hazine Bakanı istifa etti gerekçesiyle doların yükselmek yerine düşme eğrisi içine girmesini kast ediyorum. 

Yazarın Diğer Yazıları