Son yazımda “Teşekkür Otobüsü Saçmalığı”ndan dem vurmuş; henüz yaralar sarılmamış iken şehir şehir otobüs gezdirip karnaval havası oluşturmanın gereksizliğinden söz etmiştim.
Deprem sonrasında şehrimize yardım elini uzatan tüm illerimize şükranlarımızı sunmamızın gerekliliğini; ancak şu an için zamanlamanın yanlış olduğunu yazmıştım.
Kaldı ki “karnaval” havasını andıran usulün yanlışlığını ifade etmiş; “kutlama” görünümlü otobüsün, can kaybının böylesine fazla olduğu bölgemizde gönülleri incitebileceğini, “aklı evvel” ibaresinin tam olarak yerini bulduğu uygulayıcıların, bu yanlışlıktan bir an evvel vazgeçmesi gerektiğini yazmıştım.
Hala depremlerin devam ettiğini, böylesine beyhude uğraşlar yerine “insana dokunabilen” uygulamaların tercih edilmesinin gerekliliğine değinmiştim.
Ki yazının okunmasından birkaç saat sonra pek şiddetli bir deprem, Malatyalıları yeniden sokağa döktü. Haliyle saçmalık otobüsü de “kendiliğinden” garajına girmiş oldu.
Aynı gün, üzerlerine doğru düzgün kıyafet dahi alamayıp apar topar evlerinden sokaklara kaçan millet, geceyi geçirecek yer ararken; milletin “hadimleri” olmakla görevlendirilen “yöneticileri” kamunun imkanları ile yemek masalarında “poz” vermekte idiler.
…
Şimdilik teşekkür edilmesi gereken bir tek cenahın olduğunu; O’nun da aziz Malatyalılardan başkası olmadığını yazınca, deyim yerindeyse “ortalık” ayağa kalktı.
Teknolojinin böylesine çağ atladığı dünyamızda suyu “arıtmak” için envai çeşit usul yerine aylarca çamurundan ayrılmasını beklemelerine, aylardır Venk’te içme suyu kuyruğunda bulunmalarına rağmen “olabilir” deyip rıza gösterenlere…
Yuvası, evi yıkıldığı halde aradan geçen bu kadar aya rağmen hala konteynerlere yerleşme övgüsünün özneleri olmalarına rağmen devletine yine de müteşekkir olanlara…
Oturdukları evleri yıkılıp kira yardımı başvurularının sonuç kısmında aradan geçen 6 aya rağmen “değerlendirme aşamasında” yazdığı halde “biz 6 aydır kira parasını nasıl ödüyoruz, diye sormayanlara…
Bir zamanlar huzur buldukları şehrin sokaklarında, şimdilerde çoluk çocuk asbestli havayı soluduğu halde bir kez olsun devletine küsmeyi akıllarına bile getirmeyenlere…
Yıkım esnasında sulama yapmayan müteahhitlerin durumu sorulduğunda “zaten çalıştıracak müteahhit bulamıyoruz; çok da üzerlerine gitmiyoruz” deyip sağlıklarına bu denli değer veren belediye başkanına rağmen ümitlerini kesmeyen Malatyalılara…
Kısacası; önce kaderine ve devletine rıza gösteren Malatyalılara teşekkür etmek lazım gelir, demiştim sadece…
…
Ortalığın ayağa kalkmasının tek nedeni; ayağa kaldıranların, okuduğunu anlama kabiliyetine sahip olmayanlarla “hemhal” olmasından öte olamaması idi.
Bunca yapıcı mesajdan geriye kalan: “Maski’nin doğal kaynak suyuna arıtma yapmasının mümkün olmaması” imiş.
…
O halde bu defa “he-ce-le-ye-rek” yazalım.
Kimsenin Maski’den kaynak suyuna arıtma tesisi kurup şehre arıtılmış su vermesi şeklinde bir beklentisi yok!
Yöneticilerimizin problemi tam olarak da bu… Vatandaş konuşurken vatandaşı dinlemeyip vatandaşa verecekleri cevabı düşünüyorlar. Haliyle ne soruyu anlayabiliyorlar; ne de sorunu…
Beklenti şu:
Maski, bu şehrin alt yapı ve su idaresidir.
Afetler ya da doğa olayları olmadığında bu hizmetini ne kadar sağlıklı yürütmesi gerekiyorsa; olası afet ya da olağan dışı durumlara da hazırlıklı olması gereken bir kurumdur. İşinin “doğası” budur.
Bu depremde Maski, en az diğer acil müdahale kurumları kadar sınıfta kalmıştır. (Malatya Büyükşehir Belediyesi İtfaiyesi’ni bu değerlendirmeden ayrık tutmak, adil mülahazanın gereğidir tabi… Deprem sürecinde çok güzel işler yapmışlardır. Bu da Maski’nin yapamadığını yapıp önceden hazırlıklı olmanın neticesidir.)
Fakat ilk olağan dışı durumda “alternatif planlarının” olmaması, vatandaşları mağdur etmiştir.
…
Peki ne yapmalıydı?
Öncelikle daha evvel meydana gelen depremde kaynak suyunun da zarar görmüş olmasından ders çıkarıp içinde kurduğu ARGE birimiyle alternatif planlar oluşturmalıydı.
Kaptajın önüne kalıcı bir arıtma sistemini kimsenin istemediği, herkesin en azından sular yeniden eski halini alıncaya kadar “geçici” arıtma sistemleriyle çözüme kavuşturulmasını söylemiş olmasına rağmen “Akan suya arıtma mı kuralım?” algısına kurban ettiler.
Tabi ki şehrin kaptaj suyu en büyük değerlerinden biri iken kalıcı bir arıtmayı kimse istemez.
Ancak insanların evlerine 6 ay boyunca “çamurlu” su vermek yerine “B,C planları” nı oluşturma çabası da “depremden önce” yıllara sari bir biçimde asli görevlerindendir.
…
Maski Genel Müdürü’nün iddialara verdiği cevapları okuyunca nasıl bir akıl tutulması içinde olunduğunu anlamak mümkün değil!
“Bilim adamlarına sorduk, “gerek yok” dediler” ifadesi mi?
“Bizim göletimiz yok, akan suya arıtma olmaz” ifadesi mi?
“Çok maliyetli olur” ifadesi mi?
Üçü de aynı açıklamanın içinde olan ama her biri, ötekiyle mantıksal olarak “çelişen” beyanatlar…
Hem de vatandaşı “suçlar” bir üslup ile…
Vatandaşı neden suçluyorsunuz? Onlar aylardır evlerindeki çeşmelerden akan çamurlu suya rağmen sizi suçlamama nezaketini fazlasıyla gösteriyorlar.
…
İnsan, bu beyanatların böylesine birbiriyle çelişmesine değil de; bu kadar zamandır görevde olan ve böylesine çalışkan ve tecrübeli bir genel müdürün tabi afetler durumuna “b planı” hazırlamamış olmasına daha çok üzülüyor.
…
Alın size bir çelişki daha…
Madem arıtma bu kadar gereksizdi, kısa zaman önce Mehmet Mert’in, Avustralya'nın en büyük su arıtma firması olan Osmoflo ve firmanın hissedarı Japon HitachiZosen Corporation tarafından Malatya'ya 3 adet mobil su arıtma tesisi gönderilmesi üzerine Avustralya'da yaşayan Elazığlı İnşaat Mühendisi Mert İnanç Emir'e teşekkür plaketi vermesine ne demeli?
…
Ak Parti’nin Büyükşehir Belediye Başkanlığı için kimi aday göstereceği, az çok belli…
“Taşı atan olun; attıran olmayın” demiş ya atalarımız…
Maski, bu hazırlıksız yakalanışıyla ve problemi hala kabullenmeyip kabahati kendisinde değil; sorunu dile getirenlerde aramasıyla…
Megsaş, depremden hemen sonra büfelerinde ekmeği parayla satmasıyla…
Motaş, Türkiye’nin her yerinde depremzedelerin toplu taşımayı ücretsiz kullanmasına karşın; yolcularından ücret almasıyla…
Ak Parti’nin aday belirlediği şu süreçte Selahattin Başkan’a çok taş attırdılar.
Dahası… Selahattin Başkan gitse de kalsa da; taşı attıranlar, “kalmaya” devam edecekler. Tıpkı önceki dönemlerde olduğu gibi…
Zira her biri, kendi zaviyesinden yaklaşım gösteriyor millete. Lakin zaviyeler, kişisinden kişisine pek fark ediyor.
…
Evvel zaman içinde padişahlardan biri, vezirini çağırmış ve ona sormuş:
“Hızır Aleyhisselam diri midir, hayatta mıdır?”
“Verilen haberlere göre diridir ve hayattadır.”
“Madem hayattadır. Hızır Aleyhisselam'ı davet et, onu görmem lazım.”
“Onun nerede olduğu bilinmez, sorulmakla tanınmaz.”
“Binlerce evliya-ı izam bulup görüştüğüne göre vezirim olarak ne icap ediyorsa yerine getir, bizim de görüşmemiz lazım”
Bu sorumluluktan sıyrılmaya çalışan vezir demiş ki;
“Hızır Aleyhisselam hayattadır ama benimle görüşmesi mümkün olmayabilir. Hızır Aleyhisselam kalbi cilalanan, nefsini terbiye eden Allah dostlarının yaranıdır. Ama ben devlet işleriyle sizin hükmünüzü yürütürken, tam adaleti sağlayamamış olabilirim. Şeyhülislam-ı çağıralım. Çünkü Şeyhül İslam Risaletin varisidir.”
Sultanın emri üzerine Şeyhülislam çağırılır.
Sultan ondan Hızır Aleyhisselam bulup getirmesini ister. Şeyhülislam şöyle der;
“Padişahım, Hızır Aleyhisselam'ı bulmak ilim işi değildir. Nice ilim sahipleri onu bulamamış ama nice nefsini tasfiye edenler Hızır Aleyhisselam ile görüşmüştür. Ben bu devlet işlerinde sizin hükmünüzü icra ederken hatalı fetvalar vermiş, günaha girmiş olabilirim. Müsaade edin, Hızır Aleyhisselam'ı bilip bulacak birini bulayım.”
Padişah Şeyhülislama süre verir. O da ülkenin dört bir tarafına tellallar çıkarır. Hızır Aleyhisselam'ı bulabilecek olanların Allah rızası için saraya gelmeleri ve bulana altın verileceği duyurulur.
Çok yoksul olan bir kişi Şeyhülislamın huzuruna giderek, Hızır Aleyhisselam'ı bulup getireceğini söyler ve bunun için kendisine kırk gün zaman verilmesini ister. Ancak bir şartı vardır. ''Bu sarayda siz ne yiyor ve içiyorsanız aynısından bizim eve göndereceksiniz'' der. İsteği kabul edilir.
Adam eve dönünce gönlünü bir endişe ve üzüntü kaplar. Hanımına şöyle der;
“Hanım, saraya 40 gün sonra Hızır Aleyhisselam'ı götüreceğimi söyledim ve karşılığında da 40 gün boyunca sarayda pişen yemeklerden istedim. 40 gün biz de padişah gibi yiyip içeceğiz. Ama 40 gün sonra başımıza ne gelir, Mevlâm bilir.
“Sen Hızır Aleyhisselam'ı bilir misin?”
“Bilmem.”
“Ne cesaretle böyle yaptın?”
“Nefsime hakim olamadım ve çocukları düşündüm. En azından ömrümüzde kırk gün padişah gibi yiyip içelim dedim…”
Kırk gün çabuk geçer.
Saraydan iki kişi gelir, Hızır Aleyhisselam'ın nerede olduğunu sorarlar.
Adam, ''bu padişahla benim aramda bir meseledir, saraya gidelim'' der ve saraya gelirler.
Padişah, Hızır Aleyhisselam'ın nerede olduğunu sorar.
Adam başlar anlatmaya;
- Padişahım, ben hayatımda Hızır Aleyhisselam'ı hiç görmedim. Çocuklarımın karnını zor doyuruyordum, onlar için size yalan söyledim, beni affedin.
Padişah çok kızar:
- Kırk gün bizi neden oyaladın be adam! Hakkından gelemeyeceğin işi neden vaat edersin? Madem fakirdin, huzuruma gelip bir ihsan isteseydin! Kırk gün bizi aldatmak olur mu?
Padişah sonra her bir vezirine tek tek sorar;
“Şimdi buna ne ceza verelim?”
Baş vezir;
“Sultanım emir ver, onu parça parça etsinler, her parçasını bir sokak başına diksinler. Böylece kimse sultana yalan söylemeye cesaret edemesin.”
O anda, masum genç bir delikanlı ortaya çıkar. Oradaki cemaat, genci adamın bir yakını zannederler.
Genç; 'Her şey aslına dönecektir. Aslı aslına nesli nesline HÛ'' der.
Padişah ikinci vezire sorar;
“Bu adama ne ceza verelim?”
“Bunu bir dibeğe koyalım. Etlerini dövelim. Şehrin her bir köşesine parçalarını bırakalım ki herkese ibret olsun.”
Yine o delikanlı, ''her şey aslına dönecektir. Aslı aslına, nesli nesline HÛ'' der.
Sultan üçüncü vezire de sorar;
“Bu adama ne ceza verelim?”
Üçüncü vezir şöyle der;
“Baş vezir ve diğer vezir güzel söylediler. Elbette sultanı kandırıp kırk gün oyalamak büyük bir vebaldir. Bana sorarsanız sizin sultanlığınıza yakışan, af ile muameledir. Siz onu affedin ki Allah da sizi affetsin. Size de bu yaraşır.”
Yine o delikanlı, ''her şey aslına dönecektir. Aslı aslına nesli nesline HÛ'' der.
Padişah en sonunda dayanamaz ve adama “bu delikanlı neyin olur?” der.
Adam “bu delikanlı benim bir şeyim olmaz. Onu ilk defa görüyorum” der.
“Ey delikanlı, sen kimsin? Vezirlerimin üçü de farklı cevaplar vermesine rağmen sen her defasında, 'her şey aslına dönecektir Aslı aslına nesli nesline HÛ’ dedin. Neden böyle söyledin?”
“Önce vezirlerinizin kim olduğunu söylemek isterim. Baş veziriniz bir kasap oğludur. Babası devamlı et parçalayıp böldüğü için, o da halkı kırıp parçalamaktan başka bir şey bilmez.
İkinci veziriniz bir aşçı oğludur. Babası dibek dövdüğü gibi o da halkı dövüp, halka söver.
Ama üçüncü veziriniz, asaletli faziletli kâmil bir insan olan bir vezir oğludur.
Ben ise aramakta olduğunuz Hızır’ım. Cenabı Hâk bu yoksul adamın hürmetine beni sana getirdi.
Sana nasihatim şudur ki; baş vezirini saraya kasapbaşı, ikinci vezirini saraya aşçıbaşı yap, üçüncü vezirini de baş vezir yap” der ve ''Her şey aslına dönecektir. Aslı aslına nesli nesline HÛ'' diyerek gözlerden kaybolur.