Selim Buğra

'Parti fanatizmi'

Selim Buğra

Okur için kaleme aldığı örnek, kutsal bir sunaktan sunulmuş gibiydi.  Olgular üzerinden yaşanan sorun alanlarını tespit etmek isteyen sosyal bilimler alanında çalışan araştırmacılar için bu örnek her haliyle ilginçti... Örnek şuydu: Küçük bir adada yaşamakta olan iki aile 20 yıl boyunca birbirleri ile küs kalmışlardı. Derin bir husumet mi vardı acaba? 20 yıl boyunca aralarında ne tür bir sorun çıkmış olabilirdi ki! 

20. yüzyılın önemli filozoflarından biri olan Jack Derrida da tıpkı bizim gibi merakla sordu, “aranızdaki bu husumet de ne?”… Basit olduğu kadar oldukça yalın olan bu soruya, karmaşık bir açıklama bekliyor olmalıydı Derrida… Her iki ailenin konuşmaktan imtina eder gibi bir hali vardı, bu durum Derrida’nın merakını daha da artırdı. Nihayet ısrarlara daha fazla dayanamadı komşulardan biri,  o sırrın nedenini açıklamak zorunda kaldı.  Zoraki konuştuğu aşikardı, ses tonunda boğuklaşan korkunç öfke ve tahammülsüzlüğü, kabaran alın çizgilerine yansımıştı. “Onlar…” dedi yaşlı adam, komşularını kast ederek, “Rakip partiyi destekliyorlar…”

Ne yani 20 yıl boyunca birbirlerine hayatı zehir eden hadisenin açıklaması bu kadar basit, bu kadar alelade olabilir miydi?  İşbirliği ve dayanışma, yardımlaşma gibi temel hayati konularda bir araya gelmek, tabiatın neden olduğu zorluklar karşısında yardımlaşmak varken, sırf siyasi parti tercihleri yüzünden araya giren bu korkunç düşmanlık sadece bu neden üzerinden açıklanabilir mi yani? 
Derrida, siyasi lehtarlık ve aleyhtarlığın insanlar arasındaki ilişkileri hangi düzeyde sekteye uğrattığını göstermek için böylesine ilginç bir örnek sunuyor zihin dünyamıza… Esasen bu zihin bulandıran sıradan bir lehtarlık ya da aleyhtarlık ile açıklanamayacak kadar karmaşık bir soruna tekabül ediyor. Açıklama basit olmasına basit olabilir, ancak her basit görünen sözün aysberg gibi bir de görünmeyen yüzü/derinliği olduğu açık. İlginç olan ise, siyasi fanatizmin siz buna siyasi radikalizm de diyebilirsiniz, insan ilişkilerinde yarattığı travmayı anlamak için bu küçük gibi görünen örneğin, olgusal düzeyde soruna bütüncül bakmak gibi elimize bir reçete sunmuş olması…  

Reçetenin kendisi, hastalığın teşhisi için bir tür işaret aslında. Söz konusu işaretin göstergeleri üzerinde yapılabilecek bir analiz, yaşamakta olduğumuz kronik siyasi hastalıklarımızın teşhis edilmesi için önümüzdeki kapalı kapıları sonuna kadar aralamış görünüyor. 
Jack Derrida,  Sir Conan Doyle gibi İlginç bir pencere açıyor önümüze… İngiliz ünlü yazar Conan Doyle, Sherlock Holmes karakterini konuştururken, “bazen bakış açınızı değiştirin, sizin için saçma olan bir şey önemli bir meseleyi, sorunu aydınlatmada büyük bir ipucuna dönüşebilir…” derken hiç de haksız değildir.

Sıradan gibi görünen hadisenin imlediği ana tablo bu nedenle politik arızi hastalıkların deşifre edilmesi için, yönümüzü doğru tayin etmede bir tür pusula işlevi de görebilir. Aşırı politize edilen ve kutuplaştırılan bir toplumun yaşadığı travmadan söz etmek gerekir.  Duygusal ya da ideolojik bir bunalımdan mı söz ediyoruz? Böylesine bir şiddete maruz kalan toplumlar için öngörülemez bir gelecekten söz etmek mümkündür. İki yönlü bir tehditten söz edebiliriz bu aşamada. İlk tehdit birlikte yaşamak adına önemli ve temel bir zaruret olan “sağduyu’ ikliminin kaybedilecek olmasıdır. Sağduyusunu kaybeden toplumların ‘hamaset’ üzerinden gerçekleşen politik ötekileştirmenin/kutuplaştırmanın zararlarından kendisini özerk hale getirmesi mümkün olmayabilir...
 

Daha önemlisi bir gelecek projeksiyonu olarak, toplumun “idealize edilmiş bir başarı ve gelişme” perspektifinden veyahut hedefinden giderek uzaklaşmak zorunda kalacak olmasıdır.*  Dış dünya ile rekabet etmede ve iç barışın sağlanmasında önemli kilit taşlarından biri olan sağduyu yitimi aynı zamanda, giderek gerçek dünyadan izole edilmiş, çarpıtılmış bir dünyanın kapılarını açmak anlamına geliyor. Bu nedenle “dış düşmanlar” söylemi ile tedavüle sokulan şey, gerçekte bir düşmanın varlığına mı yoksa bu gerekçe üzerinden toplumun daha kolay yönetilmesi adına dünya ile bağların koparılmasına mı zemin hazırlıyor? 

Politik tercihlerimiz de tıpkı diğer kişisel farklılıklarımız gibi enikonu bizi biz yapan kimliğimizin birer parçası… Her insanın kendisine ait bir dünya görüşü, bir yaşam felsefesi vardır, siyasi tercihleri de buna ilave etmek gerekir, bunda şaşılacak bir şey de yok.  Ne var ki burada sözü edilen realite politik şiddete maruz kalan ve kutuplaştırılan toplumların yaşadıkları travmanın mahiyeti ve bunun ortaya çıkardığı ‘sorunsalı’ konuşmak olmalıdır. Politik dilin içerdiği radikalizm/bir başka ifade ile ‘taraftar konsolidasyonunu sağlamak amacıyla, toplumun bir kesimini ‘öteki kılmak” toplumsal barış için bir tehdit mi değil mi? Sorgulanması gereken, akıl süzgecinden geçirilmesi zorunlu olan hadise budur.  
Dediğimiz gibi sorun politik tercihlerle ilgili değil. Sorun politik tercihlerin giderek bir fanatizme/radikal bir taraftarlığa dönüş(türül)mesi… Sosyal psikolojik bir terminoloji ile söylemek gerekirse, toplum burada amorf bir varlık, şekil verilen bir nesne olarak tahayyül edilmektedir. Politik hedeflerin gerçekleşmesi için sınırları, hakim siyasi elit tarafından çizilen siyaset dilinin niteliği de argümanları da toplumsal barışa hizmet ediyor diyebilir miyiz? Tahterevallinin bir ucunda bir kesimin hain (muhalefet) /diğer kesimin vatansever olarak lanse edildiği siyaset dili ile ilgili hangi tür okumalar bunun dışında bir veri sunabilir? 

Multidisipliner bir alandan baktığımız takdirde, politikanın ortaya koyduğu pragmatizm ile toplumsal barış arasında bugün kapsamlı sosyolojik çalışmalara her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Garip olan ise milliyetçilik argümanları üzerinden üretilen politik içeriğin, sahiden milli birlik ve beraberliğe mi hizmet etmekte olduğu yoksa, tersine bir işleve mi sahip olduğu meselesidir? Thomas Mann, İdeoloji ve Ütopya isimli eserinde, bu konuda ilginç bir tespitte bulunmaktadır. Ona göre, sürekli toplum üzerinde yaratılan milliyetçilik baskısı gerçekte vatanseverliğin bir ölçütü olmayabilir… Söylem çoğu zaman küçük bir klanın çıkarları dolayımında somut bir hüviyete bürünmektedir zira…  Söylemin kendisi vatanseverlik üzerinde şekilleniyor olsa bile gerçekte bu söylem tersine bir işleve sahipse, dahası söylem analizinin olgulardan bağımsız olması mümkün olmadığına göre, ortaya çıkan olgular ile söylem arasındaki ilişkiyi rasyonel bir zemin üzerinde sorgulamak gibi bir ödevimiz var demektir bu… 
Gerçekte toplum halinde yaşayan ve toplumsal sözleşmenin icaplarından biri olan “hoşgörü” kavramının içini boşaltan bir siyasi dil dahası bir kutuplaştırma sorunsalı ile bugün nasıl baş edebileceğiz?

Kutuplaştırma siyasetinin toplumsal dinamikleri temelinde sarsan, seçim gailesi ile de ivme kazanması beklenen bu tehlikeli savrulmalar için sahici bir teşhise ihtiyacımız olduğu açık... Her iktidar, politik hedeflerine varmak için kendisini iktidara taşıyan halk desteğini sürekli yanında görmek ister. Ancak, ötekileştirme üzerine toplumun ruh sağlığı ve dengesini alt üst eden yöntemlerle ve sosyal depremlere yol açan bu tehlikeli atraksiyonların beslendiği ana gerekçeye bakmak gerekir. Sorun sadece politikacılarda mı yoksa, iktidarı belirleyen sistemin kendisinde mi? 
 

Koalisyonlar dönemini bitirecek olan sistem değişikliğinin Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olduğu iddia ediliyordu. Ne var ki, bugün koalisyonlardan daha da beter bir noktaya gelmenin derin hüsranı ile karşı karşıyadır toplum. Kitlelerin/parti taraftarlarının konsolidasyonu için izlenen kutuplaştırma siyasetinin ana nedeni bugün iktidar için gerekli olan oy oranının yüzde 50+1 olmasıdır ne yazık ki. Bu oran kitleler üzerinde yaşanan kutuplaştırma siyasetinin artık açık biçimde anlaşılmıştır ki ki ana nedeni haline gelmiş gözükmektedir.  

Türkiye, toplumsal barışı başından itibaren zedeleyen, kutuplaştırma siyasetinden yine sistem değişikliği ile kurtulabilir mi? Güçlendirilmiş parlamenter sistem gerçekte yaşamakta olduğumuz travmanın sona ermesi adına bir panzehir olabilir mi? 
Montesquieu’nun Kanunlar Ruhu isimli ünlü eserinde belirttiği gibi, “en iyi tasarlanmış kanunlar bile kötü uygulayıcıların elinde ‘berbat’ yasalara dönüşebilir” gerçeğini ıskalamadan ‘yüksek sesle’ düşünmeli ve bunu sağduyu temelinde sorgulayabilmeliyiz… Hiçbir terakki, hiçbir kazanım toplumun ve milletin birlik ve beraberliğinden üstün olamaz zira… 


Notlar…

(1) 20.yüzyılın büyük filozoflarından biri olan Jack Derrida, 2004 yılında Cezayir’de hayatını kaybetti. Yeryüzünün kan kokan topraklarında insanlık için mücadele veren ‘küresel bir vicdan’dı o. Her haliyle sıra dışıydı. Kendi icadı olan yapı söküm (post-yapısalcılık) yöntemi ile Avrupa medeniyetinin düşünce sistemini ters yüz etmişti. 
Cezayir Yahudisi’ydi, kökeni nedeniyle büyük saldırılara uğramıştı. Buna rağmen Yahudi taraftarlığı yapmadı, aksine, ezilen/horlanan, itilip kakılan insanlık için düşünce alanında önemli çalışmalara imza attı. Hayatın aksiyoner alanında da boş durmadı. Irkçılık karşıtı organizasyonlarda bizzat yer aldı, Avrupa’daki mültecilerin haklarını savunmak için tereddüt etmeksizin meydanlardaydı. Bu uğurda tıpkı Çekoslovakya’da olduğu gibi zaman zaman tutuklanmak zorunda kaldı. 
Tüm dünya Bush Amerika’sının Körfez savaşından sonra Irak işgalini canlı seyrederken, o yine ilk harekete geçenlerden biriydi. Yakın arkadaşı Habermas ile birlikte kaleme aldıkları ortaklaşa bir makale ile Irak işgaline karşı dünyayı/entelektüelleri ortak tavır almaya davet eden o’ydu.
11 Eylül hadisesinden sonra verdiği röportajlarda, Batı’nın kapitalist sınırları dizginlenmedikçe, terörizmle köklü bir mücadelenin mümkün olmadığını söylüyordu.  Açık yüreklilikle terörün kaynağı, araçları ve politik argümanlarının Batı tandanslı olduğunu kayıtlara geçirmişti... 

(2) Nobel ödüllü Aziz Sancar, muhtemelen politize edilen bir toplumun açmazlarını çok yakından gördüğü için, ‘hamaset yerine, eğitimde bilimselliği ve çok çalışmayı” salık veriyordu…
 

Yorumlar 1
Kaan 21 Ekim 2020 14:04

Harika tesbitler.,yazarımızı kutluyorum

Yazarın Diğer Yazıları