Selim Buğra

Kral Çıplak!

Selim Buğra

Tarihe “Koçibey Risalesi’’ olarak geçen “eserini”  IV Murat’a takdim ederken, nasıl bir muamele ile karşılaşabileceğini hesap etmiş olabilir miydi? İşin ucunda ipe gönderilmek, tatlı canını celladın keskin kılıcına teslim etmek de vardır çünkü… 

Padişah bile takdim edilen risalede ağır eleştirilere maruz bırakılmışken, ne türden bir gaye böylesine tehlikeli bir girişimin üstesinden gelmiş olabilir? “Devlet ve millet bekası” gibi, “bugünlerde hamaset söyleminin bir parçasına dönüştürülen” bir gerekçe bu konuda öne çıkarılabilir mi?  Devlet adamlığı sorumluluğu taşıyan bir ruh ikliminin içinden çıkan “örnek” bir kişilik olması ya da eserinin muhtevası üzerinde yapılan tartışmalar mı onu bizim için önemli kılıyor dersiniz? 

Tüm meyveli ağaçların taşlanmasında olduğu gibi Koçi bey de “Türk Makyavel” ithamında olduğu gibi ağır saldırılara maruz kaldı. O elbette ki iddia edildiği gibi ne Makyavelist bir yönetim anlayışının Osmanlı’daki karşılığı, ne de iktidara yaranma sevdasının peşinde olan bir bürokrattı… Onu değerli ve bizim için vazgeçilmez kılan özelliklerinden biri bugünlerde çokça aradığımız “hakikati ölümü pahasına” yazması ve seslendirmesiydi.  O “kral çıplak hikayesini” hayali olmaktan çıkarıp, ete kemiğe büründürmüş mümtaz bir şahsiyet, devletin bekası için Hannibal gibi, “ya bir yol bulacak, ya da bir yol inşa edecek” olan bir rehberdi… 

Onun bıraktığı miras “gerçekler” in sahici bir analiz etrafında raporlaştırılması, devletin bekası için bunun öne çıkarılmasıydı. Mirasının ikinci perdesi ise, siyasal ve sosyal çözülmeler/ çöküşler karşısında önümüzü aydınlatan bir metodolojik bir katkı sunmaya devam etmiş olmasında aranmalıdır…  XVI. yüzyılın sonunda Osmanlı imparatorluğunda yaşanan devlet sisteminin çökmesine neden olan sebeplerin analiz edilmesi ve bunların hal çarelerinin devreye sokulması, öyle anlaşılıyor ki “metodolojik” başarının bir ürünüdür. Koçi bey’in hazırladığı “Risale” de bu kıymetli örneklerden biri olmak lazım gelir.
Kendisinden önce yazılan Siyasetname, Nasihatname,  Islahat Layihası gibi eserleri taklit eden ve teorik eserler yazan ilim erbabının aksine o doğrudan saha çalışmalarına yönelmişti. Laboratuarı bizzat toplumun kendisiydi, müşahede ederek analiz ettiği obje, bu nedenle kanlı canlı sorunlardı. Devlet ve toplum hayatının kılcal damarlarında açtığı sondaj kuyuları sayesinde, çöküşe neden olan ana sorunlar üzerinde kapsamlı analizlerle, “genel tablo”nun barındırdığı hastalıklı bünyeyi ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda istatistik ilminden istifade ederek, sebep ile sonuç arasındaki ilişkinin gerekçelerini güçlü deliller ışığında anlaşılır kılan bir “çözüm’ perspektifi sunuyordu… 

Denilebilir ki, o devlet ve toplum hayatında çöküşe neden olan yapısal sorunları yerindelik, tarihi bozuluş gerekçeleri üzerinden sayısal verilerle analiz eden, bunun sonucunda ise, ortaya gerçek bir tedavi reçetesi sunan bir “sistem” hekimiydi… Öyle ki hummalı ve titiz araştırmaları ışığında ortaya çıkardığı bulgular marifetiyle hem idari ve askeri, hem sosyal ve ilmiye alanında ülkenin giderek kan ve irtifa kaybetmesine dayanak oluşturan sorunlara neşter atılmasına imkan veren kapsamlı/bütüncül çözüm önerileri geliştiriyordu. İktidarı devraldığı andan itibaren IV Murat’ın kısa süren iktidarında( ne yazık ki bu düzenlemeler padişahların iktidar ömrü ile sınırlı kalmıştı) başta askeri cenahın ihyası olmak üzere devlet yönetiminde ehliyeti esas alan, rüşvet, irtikap, adam kayırma,  keyfi atamalara son veren, tımar sistemi ile ilmiye sınıfında görülen nitelik sorununu ortadan kaldıran müspet düzenlemelerin tamamı Koçi bey Risalesi’nin katkıları ile mümkün olmuştu. 

Koçi bey,  “ilmiye sınıfının” içine düştüğü derin bunalıma ayrı bir parantez açmaktadır. Zira Batı dünyası, aklın yüceltilmesi ve pozitivist düşüncenin egemen kılınması ile birlikte Rönesans ve aydınlanma dönemini yaşarken, Osmanlı ilmiye sınıfı, Kanuni Sultan Süleyman’dan itibaren başlayan “usulsüz atama” ve ‘kayırmaların’ etkili olduğu “ehil olmayan ellerde, “can çekişmektedir… Batı’da, bilim alanında yaşanan gelişmeler, ülkelerin her alanda terakki etmesine ‘ivme’ katan bir katalizör görevi ifa eden kurumlar eliyle gerçekleşmişti. . Osmanlı’da ülkenin gelişmesinde ‘motor güç’ olması gereken ilmiye sınıfı ise,  terfi, tayin ve atamalarda yaşanan üsulsüzlüklerden ötürü derin bir bunalım içindedir bu dönemde… 

“Altın kural” diyordu büyük düşünür Sokrates, Platon’un “Devlet” isimli eserinde, “Evet altın kural, vatandaşlarımızın kafası kaliteli bir eğitimle aydınlanmışsa tüm sorunlarını çözerler…” Terfi ve atamalarda yaşanan torpil ve kayırmaların sonucunda keyfiyetini kaybeden ilmiye sınıfının bırakın memlekete faydalı olmasını, çöküş sürecinin bir parçası olması ne büyük bir talihsizliktir…
Politikanın tüm hayatımızı bir şekilde kontrol ederek, düşünce konforumuzu derinden etkilemek suretiyle, “yapay bir cennet” inşa etme çabaları karşısında, toplum gücünü rasyonel gerçeklerden almak zorundadır bugün...  Hamaset sarmalında, yürütülen algı operasyonları ile ne ekonomik ilerleme ve gelişmeler mümkün olabilir, ne de iddia edildiği gibi uçuşlar yaşanabilir…  Ekonomik gelişmeleri ve kalkınmayı besleyen unsur demokratik özgürlüklerin teminat altına alınması, liberal teşebbüs ve rekabet kurallarının hakim kılınması değil midir? Merkez bankasının özerkliği ulusal ekonomik harcamalar için bir tür, garantör iken, parti çıkarları adına bu kurumun iğdiş edilmesi ve özerkliğinin ortadan kaldırılması devletin ve milletin ali çıkarlarına köklü bir darbe vurmaktadır ne yazık ki! 

Serbest piyasa kurallarına yapılan her müdahale aslında, ekonomik gelişmeye/ilerlemeye yapılan bir müdahaledir. Sistemin niteliği, demokratik hüviyeti ve uluslararası piyasalardaki gücü, adalet mekanizmasının kusursuz işlemesinden, demokrasisinin örnek olmasından gücünü alır. Zaafa uğratılan her devlet kurumu, aslında ülkenin can damarlarına vurulmuş olan, ilerlemesinin önünde giderek devasa bariyerlere dönüştürülen yapısal sorunlara göndermede bulunuyor bugün. Dolayısıyla Türkiye bugün hiç olmadığı kadar devlet kurum kuruluşları ile derin bir yönetim krizinin içindedir. Görece daha tehlikeli olan ise, zihniyet alanında, sırf iktidar olmayı sürdürmek adına, muhafazakar ideoloji ile taban tabana zıt gibi görünen “Makyavelist” yönetim tarzının istisnasız benimsenip, desteklenmiş olmasıdır.

Muhafazakar ideolojinin Makyavelist bir anlayış içinde sürdürmekte olduğu iktidar serencamı,  bugün ülkenin muasır dünya ile mücadele etmesine dönük olarak mı tahkim edilmektedir; yoksa tersine “küçük bir elitin” çıkarlarının korunmasına mı hizmet etmektedir? İdeolojik tüm verli değerlerin ayaklar altına alındığı, Marks’ın ifadesi ile tek değer olarak paranın/dünyevileşmenin saltanatını ihya ettiği popülizmin farklı yöntemleri ile oluşturulan algı yönetimleri ile tüm mesele iktidarı kalıcı hale getirmek olabilir mi? Algı yönetimi dolayımında pompalanan hayali “cennet” vaadi, iktidarın iktidarda kalmasına bir süre daha hizmet edebilir, ya sonra? 

Rasyonel dünya ile bağlarını ama o şekilde ama bu şekilde kaybetmiş, dış dünya ile tamamen ipleri koparmış, güç denetimine imkan veren kuvvetler ayrılığı prensibini devre dışı bırakmış, bu sayede gücün/iktidarın bir noktada temerküz edilmesine olanak sağlamaktan kaynaklanan yapısal devlet sisteminde yaşanan ana kronizma, daha ciddi savrulmalar içindedir giderek.  Enis Berberoğlu davasında olduğu gibi Anayasa Mahkemesi kararlarına direnen yerel mahkemeler bu gücü nereden bulmaktadır? Adalet mekanizmasının siyasal yönetimin emrine musahhar kılınmasına örnek verilebilecek bu gelişmeler, doğrudan “bir devlet”  krizine işaret etmiyor mu dersiniz?

Padişahların iktidar süreleri ile etkisi ve yapısal dönüşümlerin ulaştığı boyut sınırlı kalsa da, Koçi bey, aradan geçen onca asırlara rağmen yazdığı risale ile hala önümüzü aydınlatıyor…  Yeter ki doğru bir yöntem ile sorunlarımıza çare bulabileceğimize ilişkin bir zihinsel devrim yapabileceğimize inanmış olalım…

Kral çıplak hikayesi ancak zihinsel alanda yaşayabileceğimiz bir aydınlanma ile somut alanda itibar kazanabilir…

Yazarın Diğer Yazıları